Etiket: Turgut Acar

Jean-Pierre Jeunet’in T.S. Spivet’ınden Sinema Tarihine Ufak Bir Bakış

Yazıma geçmeden önce bunun okulumuzun değerli bir hocasının bize verdiği bir ödev çerçevesinde ciddiyetle yapıldığını belirtmek isterim yıllar sonra bu güzel yazıyı okuyup görebilmek ve siz (olmayan) okuyucularımın da bu güzel yazıdan haberdar olması için paylaşıyorum. Umarım keyifle okursunuz ben bayıldım 😀

the-young-and-prodigious-ts-spivet-5262d2f1129d4

Yönetmen : Jean-Pierre Jeunet

Vizyon Tarihi :  16 Ekim 2013 (Fransa)

Tür : Macera, Dram

Senaryo : Jean-Pierre Jeunet , Guillaume Laurant

Konu

On yaşında ki genç bir haritacı olan Spivet , kovboy babası ve bilim adamı annesi ile birlikte Montada bir çiflik evinde yaşamaktadır. Küçük çocuk ailesinden habersiz haritalarını Smithsonian Enstitüsü’ne göndermektedir ve bir süre sonra Smithsonian Enstitüsü’nden haber gelir ve Spivetın macerası başlar.

 

T.S. Spivet’ın yolculuğu aslında macera türünün alt kategorilerinden biri olan yolculuk filmlerini incelememizi gerektiriyor fakat öncesinde macera türüne bir göz atalım.

Macera türünün genel özelliklerine baktığımızda macera filmleri ; soluk kesici olayların, durumların birbirini aralıksız izlediği, izleyicinin baştan sona dek bunlarla oyalanmasının önem kazandığı filmlerdir. Bir düşünceye veya görüşe dayanmaz bunlar arka plana itilir. Bunun yerine izleyicinin heyecanını taze tutmak hedeflenir ve bu uğurda her şey mubah görülür. Çeşitli yollara başvurularak izleyicinin heyecanı arttırılır ve bu heyecan bir mutlu sona bağlanır. Genellikle gerçekçi bir tutumu olmakla birlikte, serüven filmlerinde, bu sürekli heyecan verici olayları sıralama zorunluluğu yüzünden, çok kez de inanılması güç durumlara yer vermek gerekir. Filmde macera türünün genel özelliklerin çoğunu görürüz, türün kalıplarını taşır fakat dram yönü olması sebebiyle dram filmlerinin özelliklerine de bakmak gerekir.

Dram filmleri ciddi konuları ele alır, gerçek karakterlere, gerçek yerlere, gerçek yaşam koşullarına ve gerçek hikayelere sahiptirler. Dramın amacı da, ortaya olağanüstü bir durum koyup, kahramanı bu olağanüstü durumla karşı karşıya getirmek, bir güç savaşı anlatmak, sonunda kahramanın hangi noktaya, neden geldiğini açıklamaktır. Kahramanın, sonunda yenik düşmesi ya da üstün gelmesi önemli değildir.

Dram filmlerini konularına göre ayırdığımızda karşımıza bir çok alt başlık çıkıyor. Edebi dramalar da bu alt başlıklardan biri…

Edebi eserler, oyunlar ve romanlar günümüzde  dahi uyarlama filmler olarak karşımıza çıkıyor.  Sinemanın ilk yıllarına bir dönüş yaparsak Edwin S. Porter’ın Büyük Tren Soygunu (The Grait Train Robbery, 1903) filmi ABD’de ilk öykülü film olarak kabul edilmişti.

 

Teknolojinin de gelişmesiyle o dönemin yönetmenleri daha uzun filmler çekebilmek için edebi eserlerden ilham almışlardır. 1907 yılında Kanadalı yönetmen Sidney Olcott, Lew Wallece’nin Ben-Hur romanının uyarlamasını yapmıştır. 15 dakikalık film öyküden haberdar olmayanlar için takibi zor olsa da o dönemde yapımcı şirkete telif hakkı nedeniyle dava açılacak kadar popüler olmuştur. Sonuç olarak film gelecekte yapılacak edebiyat uyarlamalarına bir örnek teşkil etti.

Sonrasında Stuart Paton’un çektiği Denizler Altında 20000 Fersah (20000 Leagues Under the Sea, 1916) ve aynı yazarın Esrarlı Ada (The Mysterious Island, 1874) gibi romanları edebiyat uyarlamalarını yapma konusunda yönetmenleri cesaretlendirmiştir.

     Buyers_Gallery_Video_Cover_for_Ben-Hur_(1907_Film)
          (1907 Ben-Hur filmi Afişi)

Filmimize dönecek olursak T.S. Spivet de aslında yabancı olduğumuz bir karakter değil. 2009 yılında Reif Larsen tarafından yazılan “The Selected Works of T.S. Spivet” kitabının başarısı gözden kaçmamış olacak ki Jeunet tarafından filme uyarlanmıştır.

 

Şimdi dönelim T.S. Spivet’ın yolculuğuna… Yolculuk ve yol filmleri denildiğinde aklımıza ilk gelen filmlerden söz edecek olursak Peter Jackson’ın yönetmenliğini üstlendiği Yüzüklerin Efendisi serisine bakabiliriz. Yine bir roman uyarlaması olan film ana akım sinemasının 21. Yüzyıldaki doruklarından biri olarak kabul edilir. Fakat biraz daha geçmişe gidersek bağımsız sinemanın en önemli örneklerinden biri olan Easy Rider ile karşılaşabiliriz.  Hollywood sinemasının stüdyoya bağımlı projelerine karşı alternatif bir pozisyonda ortaya çıkan Easy Rider yapımcılara büyük bütçeler olmadan da sinema yapılabileceğini gösteren önemli bir filmdir. Stüdyo sisteminin yeni Hollywood’a açılan kapısında, genç yetenekler için bir umut ışığı olmuştur. Özellikle Cannes’da kazandığı ödülün ardından, film, görsel biçem arayışları ve kendine özgü dramatik yapısıyla dönemin eleştirmenleri ve sinema yazarlarının dikkatini çekmiştir. Karşı kültürü temsil eden hippilerin yaşam biçimi ve muhafazakâr toplumun arasındaki gerilimi deneysel bir sinema diliyle betimlerken sinema tarihinde yol filmleri türünün Amerika’daki en çarpıcı örneklerinden biri olarak haklı bir ün kazanmıştır.

site-banner-easy-rider1

                                                              Easy Rider (1969)

 

Türk sinemasında da yolculuk filmlerinin önemli bir yeri vardır. Bunlardan ilk akla geleni ise Yılmaz Güney ve Şerif Gören’in yönetmenliğini üstlendiği 1982 yapımı “Yol” filmidir. Yol; sıkıyönetim döneminde, İmrali Yarı Açık Cezaevinde yaşayan beş mahkûmun aldıkları özel izinle bir haftalığına dışarı çıkmasını konu ediniyor. Bu beş mahkûmunda ayrı bir macerası, gidecek uzunca bir yolu var… Tarık Akan ve Şerif Sezer’in başrolünü paylaştıkları film, yurt dışında çok fazla değer görmüş olmasına karşın 1999 yılına kadar ülkemizde yasaklı kalmıştır. Cezaevinde bulunduğu yıllarda senaryoyu kaleme alan Yılmaz Güney, filmi sekans sekans Şerif Gören’e anlatarak filmin oluşmasını sağlamıştır. 35. Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye ödülüne layık görülen film Türk Sinemasının Cannes ile tanışmasını sağlayan filmdir.

yol-filmloverss

Yol (1982)

 Fransız sinemasının önemli yönetmenlerinden biri olan Jean-Pierre Jeunet Amélie (Le Fabuleux Destin d’Amélie Poulain, 2001) ve Şarküteri (Delicatessen, 1991) gibi Fransız sinemasında çığır açan filmlerin de yönetmenidir.

Aslında sinema Lumiere Kardeşlerin sinematografiyi icat etmesiyle başlar.1895 yılında Paristeki bir trenin gara girişini çeken Lumiere Kardeşler sinema tarihinin ilk filmini de çekmiş olur. 1902 yılında George Melies’in Aya Seyahat (Le Voyage dans la lune) filmi de yine hem Fransız sineması için hem de dünya sineması için önemli bir yapımdır. Film, aynı zamanda birçok kişi tarafından sinema tarihinde yenilikçi animasyon ve özel efekt kullanan ilk film ve sinema tarihinin ilk bilim kurgu filmi olarak kabul edilmektedir. Ardından 1915 yılında Louis Feuillade Les Vampires serisiyle ilk dönem sinemasının baştan sona modern bir örneği olarak kabul edilmiştir. Yine bu filmde fantastik olaylar için gerçek mekanların kullanımı filmin gücünü arttırmıştır.

Ardından 1928 senesinde Jeanne d’Arc’ın Tutkusu filmi sinemanın sanatsal yönünü vurgulamış ve gerek çekim ölçekleri gerek yönetmen Carl Theodor Dreyer’ın Maria Falconetti’nin oyunculuk sınırlarını zorlaması sonucunda ortaya Avrupa ve Fransız sineması için mükemmel bir aykırılık doğurmuştur. Sessiz filmlerin sonuna gelirken Fransanın sesli filmlere geçişi diğer ülkelere göre daha uzun sürede gerçekleşti ve ülkedeki filmlerin çoğu dışardan geliyordu. Fransız yapımcılar yeni bir ulusal sinema üretmek zorundaydı.

the-passion-of-joan-of-arc_moc_press-still-2

   Jeanne d’Arc’ın Tutkusu (1928)

 Fransız şiirsel gerçekçiliği 1930-1940 ekonomik bunalım yıllarında yaşanan toplumsal ve siyasi kargaşa ortamının akımıdır. Ekonomik bunalım sonucu yaşanan çaresizlikler, umutsuzluklar, suç oranının artışı akımın temelini oluşturur. Alt sınıftan insanların bunalımlı öykülerinin anlatıldığı bu filmler daima mutsuz sonla bitiyordu. Mekanlar sisli rıhtımlar, yağmurlu sokaklar, loş ışıklı yoksul mekanlar, gri gökyüzü ve yağmurlu ya da sisli hava filme şiirsellik katıyordu. Senaryo ve diyaloglara da çok önem veriliyordu. Ünlü şair Jacques Prévert akımın en önemli senaryo yazarıdır. Bu akımın önemli yönetmenlerine örnek olarak ise Jean Vigo, Jean Renoir, Marcel Carné, Julien Duvivier, Marcel L’Herbier, Rene Clair, Jacques Feyder gibi isimler verilebilir.

 

 

 

André Bazin’in kurduğu Cahiers du cinéma dergisindeki eleştirmenler ve film severler sonraki dönemde filmi ve onun ne işe yaradığını sorgulmaya başladılar. Modern film teorisi bu tartışmalar sonucu doğdu. Cahiers dergisindeki eleştirmenlerden olan Jean-Luc Godard, François Truffaut, Claude Chabrol, Jacques Rivette ve Eric Rohmer kendileri film yönetmeye başladılar ve yeni dalga akımını yarattılar. Yeni Dalga Akımı ele alınmayan konuları işlemiştir. Akım, modern film hareketlerinin ilk örneği olarak görülmektedir. Yeni Dalga yönetmenleri star oyuncusuz ve teknik olanakları zorlamadan, işlenmeye cesaret edilmemiş konuları kullanmayı amaçlamıştır. Doğal oyunculuğu ve basit diyalogları tercih etmişlerdir. Geleneksel sinemada bir hata olarak görülen sıçramaları, titremeleri kullanmışlardır. Yine geleneksel sinemanın çok kullanmadığı zoom’u da bir anlatım aracı olarak sıklıkla kullanmışlardır. Bu akımın özelliklerini taşıyan en önemli filmlerden bazıları Godard’ın 1960 yılında çektiği Serseri Aşıklar, Rivette’nin yönettiği Paris Bizimdir (1958) ve Truffaut’un 1960 yılında çektiği 400 Darbe’dir.

 

cats

Serseri Aşıklar (1960) Sıçrama yapılıyor ve oyuncuların yerleri değişiyor.

Jeunet ilk iki kuklaya dayalı animasyon kısa filmlerini Marc Caro ile birlikte üretti. (L’evasion,1978 ve Le Manége,1980). Caro ile çalışmaya devam eden Jeunet bilim kurgu kısa filmi Le Bunket de La Derniére Rafale (1981) ile canlı aksiyona geçti. İkili, kostüm ve setler de dahil olmak üzere filmin tüm ayrıntılarını birlikte gerçekleştirdiler. Jeunet’in filmlerinin genel havasına bakıldığında da ayrıntılı planlar, doğa manzaraları, detaylı karakterler, şık kostümler ve renk ahenklerini görebiliriz. Ardından Jeunet ve Caro iki uzun metrajlı film üzerine birlikte çalıştı. 1991 yılında Şarküteri ve 1995 yılında Kayıp Çocuklar Şehri ortaya çıktı. Fransa’dan ABD’ye giderek burada ilk İngilizce olarak çekilmiş filmi Alien: Resurrection (1997) yönetti. Jeunnet serinin 4. Filmini ustalıkla yöneterek bu yöndeki iddiasını da ortaya koydu. Ardından 2001 yılında Amélie ortaya çıktı. Film küresel bir fenomen haline geldi ve 5 dalda Akademi Ödülüne aday gösterildi. O dönemde bir çok ödül kazanarak bilinirliğini arttırdı. Ayrıca eşsiz soundtrackleri ile film müziklerinin de ne kadar önemli olduğunu vurguladı. Ve son olarak 2013’de Kahraman Çocuk filmini çekti. Yönetmenin yine bilinir tarzındakini naifliği taşıyan film Jeunet’in İngilizce olarak çekilmiş 2. filmidir. Film macera ve dram türüne herhangi bir yenilik getiremese de bir çok kesimin beğenisini alarak kendisini ispatlamıştır.

Turgut Acar

 

Fritz Lang’ın Metropolis’inden Sinema Tarihine Ufak Bir Bakış

ds.jpg

Yönetmenliğini Fritz Lang ’in üstlendiği 1927 yapımı sessiz bilim-kurgu filmi olan “Metropolis”, bilim kurgu filmlerinin atası olarak kabul edilebilecek kült bir yapımdır. “Metropolis” kendi zamanının ötesinde bir filmdir. Bunun en büyük sebebi içerisinde kullanılan fütüristtik ögelerdir. Distopik bir evreni anlatan film kapitalist bir düzende işçiler ve işverenler arasında geçen sosyal krizi anlatmaktadır. Film Almanya’nın o döneme kadarki en pahalı filmi olarak bilinmektedir.

Metropolis 1925 yılında Fritz Lang’ın eşi Thea van Harbou tarafından yazılmış aynı isimli romandan uyarlanmış ve senaryosunu da yine eşi yazmıştır. İçeriği ile sadece dönemin toplumsal sorunlarını ele almakla kalmamış günümüz dünyasının sorunlarına da değinebilmiştir. Metropolis filmi Hitler tarafından çok beğenilmiş ve Fritz Lang Nazi yanlısı olmakla suçlanmıştır. Bunun üzerine yönetmen Dr. Mabuse’ın Vasiyeti (1932) filmini çekmiştir.

1920li yıllarda Almanya’da fakirlik, açlık, işsizlik ve eğitimsizlik gibi ekonomik ve sosyal sıkıntılar vardı. I. Dünya Savaşının yaraları henüz sarılmaya çalışılıyordu fakat buna rağmen Alman sinemacılığı gelişmeye devam ediyordu. Bu yıllarda Universum Film A.G. stüdyosunun sinemacıları kendi özgün tarzlarını oluşturdu. Alman Dışavurumculuğu… (1919 – 1933)

Bu akımın ilk filmleri Golem (1915) , Dr. Caligari’nin Muayenehanesi (1920), Nosferadu, Bir Dehşet Senfonisi (1922), Fantom (1922) ‘ dir.  Bu filmler gerçek-dışı ve çoğunlukla absürt dekorlarıyla, çarpıtılmış perspektifleriyle, ışığın ve gölgelerin abartılı kullanımıyla akıma uygun biçimsel özellikler taşıyordu.

Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesi ve birçok Alman sinemacının Hollywood’a göç etmesiyle Amerika dışavurumculukla tanışmış oldu.

Hollywood 1920’li yıllarda belgesel ve komedi türlerindeki üstünlüğünü koruyordu. Özellikle Robert Flaherty’nin 1921 yılında çektiği “Kuzeyli Nanouk” belgeseli olağanüstü ticari bir başarı yakalamıştı. Komedi türünde ise Buster Keaton ve Charlie Chaplin öne çıkıyordu. Fakat yerli üretimin canlanması gerekiyordu bu yüzden Amerika; Fransız, Alman ve İsveçli sinemacıları Hollywood’a davet etti. Böylelikle Alman yönetmenlerin özellikle dekor ve aydınlatma konusundaki görüşleri Amerikan sineması üzerinde olumlu etkiler bırakmayı başardı. Dışavurumcu filmlerdeki karamsarlık, ışık ve gölge kullanımı şüphesiz “Film Noir” ve dönemin korku sinemasını da etkilemiştir.

zavfdaxga

Dışavurumcu filmler dekor, ışığı ve gölgeleri abartılı bir şekilde kullanıyordu. Dış çekimlere yer verilmiyordu. Metropolis ’de de dışavurumculuğun bu etkileri görülmektedir. Filmde dev stüdyolarda dev dekorlar kullanıldığı gibi, minyatür dekorlar da kullanılmış ve bu dekorlar kamera hileleriyle büyükmüş gibi gösterilmiştir.

Sessiz sinemanın zirvesi olarak görünen dönemde çekilen filmde, görsellik ön planda tutulmuş ve şehir tasarımı detaylı bir şekilde çalışılmıştır. İnsan biçimli ilk robot bu filmde görülmüştür. Efsane seri Star Wars’daki C-3PO karakteri Metropolis filmindeki robottan esinlenerek oluşturulmuştur.

Sinemadaki ilk çılgın profesör tiplemesi de yine bu filmde görülür. Seneler sonra “Back to the Future” (1985) üçlemesinde Christopher Lloyd’un başarılı oyunculuğu ile tekrar karşımıza çıkar.

Yine filmde Maria haline bürünen robotun mekanik hareketlerden sıyrılıp tam bir insan gibi hareket etmesi ve insan formuna bürünmesi “Terminatör” (1984) filminin de çıkış noktası olarak gösterilebilir.

Filmdeki Maria karakteri bakireliği ve masumiyetiyle Hz. Meryem’e benzetilmiştir. İyilik ve barışı istemektedir ve işçiler ile patronlar arasındaki köprü şeklinde tasvir edilmiştir. Filmde Akıl ve beden arasındaki arabulucu kalptir” cümlesi dikkat çekiyor buradaki akıl patronlar, beden işçi ve arabulucu olan kalp ise Freder’dir. Ayrıca filmdeki Maria karakterinin yerini alan robot davranışlarıyla “Femme Fatale” tiplemesini çağırıştırmaktadır.

Metropolis’in makineleri sürekli çalışmak zorundadır şehir için önemlidir. Aksi takdirde şehri suların basacağını ve işleyişin duracağını biliriz. Charlie Chaplinin Modern Times (1936) filminde yine fordist üretim ile işçilerin zor şartlar altında çalıştığını görüyoruz bu yönüyle de film Chapline ilham kaynağı olmuştur.

Yine film, içerisindeki mimari yapıyla kendinden sonraki birçok bilimkurgu filmine de örnek teşkil etmiştir. Bunlardan en bilineni Ridley Scott’un 1982’de yönettiği Blade Runner filmidir. Filmde mimari yapının dışında çekim ve sahne benzerlikleri de Metropolis’e atıfta bulunur cinsten.

Filmde birçok sahne kendi dönemine göre  zekice düşünülmüş ve ortaya konmuştur. Bu yönüyle günümüzde dahi henüz hayatımıza girmiş olan bir çok yeniliği öngören zamanın ötesinde bir film denilebilir.

Film bazı mitolojik ögelere ve dinsel olaylara da atıfta bulunur. Örneğin filmin içerisinde de bulunan “Babil Kulesi” hikayesi… Bu hikâyeye göre insanlar Babil Kulesini tanrıya ulaşmak için yapar, kulenin içerisinde farklı dillerde konuşan insanlar vardır fakat bir süre sonra anlaşamazlar ve kargaşa ortamı oluşur. Sonunda Babil Kulesi yıkılır. Filmde Fredersen’ın yaşadığı kulenin Babil Kulesini andırması yine derin anlamları içinde barındırır.

4234

234234

Yukardaki sahnede makineye yürüyen insanları bir anda Moloch denen mitolojik varlığın ağzına doğru ilerlerken görüyoruz. Moloch, Fenikelilerden İbranilere hemen hemen bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika mitolojilerinde görünen bir tanrı ve Eski Ahit’te de sözü edilen bir figürdür. Fenikeliler çocuklarını Moloch’a kurban ederlerdi. Lang’ın paralel kurgu ile göstermek istediği modern çağın Moloch’u olan makineler ve bu makinelerin temsil ettiği modern iktidar olabilir.

Maria’nın robotunun yakıldığı sahnede de Hz. İsa’nın çarmıha gerilme hikayesine atıfta bulunuluyor olabilir. Şayet inanışa göre Hz. İsa’yı çarmıha gerdiğini sanan halk sonrasında ona benzeyen birini çarmıha gerdiklerini farkediyorlar.

Merhabalar

Merhabalar. Bu yazıyı kime veya kimlere yazdığım hakkında hiçbir fikrim yok. Bu benim ilk yazma deneyimim olmasa da ilk blog deneyimim diyebiliriz. Henüz siteyi nasıl kullanacağım hakkında bile bir fikrim olmasa da elimden geldiğince bir şeyler paylaşmaya özen göstereceğim. İzlediğim filmleri , dinlediğim müzikleri , oynadığım oyunları kısaca hoşuma giden gitmeyen ne varsa burada hem bir günlük edasıyla hem de bir blog şeklinde burada paylaşmaya niyetliyim. Aklıma pek bir şey gelmiyor bu konuda o yüzden kısa kesmeyi tercih ediyorum ve ilk yazımı paylaşıyorum.