Jean-Pierre Jeunet’in T.S. Spivet’ınden Sinema Tarihine Ufak Bir Bakış

Yazıma geçmeden önce bunun okulumuzun değerli bir hocasının bize verdiği bir ödev çerçevesinde ciddiyetle yapıldığını belirtmek isterim yıllar sonra bu güzel yazıyı okuyup görebilmek ve siz (olmayan) okuyucularımın da bu güzel yazıdan haberdar olması için paylaşıyorum. Umarım keyifle okursunuz ben bayıldım 😀

the-young-and-prodigious-ts-spivet-5262d2f1129d4

Yönetmen : Jean-Pierre Jeunet

Vizyon Tarihi :  16 Ekim 2013 (Fransa)

Tür : Macera, Dram

Senaryo : Jean-Pierre Jeunet , Guillaume Laurant

Konu

On yaşında ki genç bir haritacı olan Spivet , kovboy babası ve bilim adamı annesi ile birlikte Montada bir çiflik evinde yaşamaktadır. Küçük çocuk ailesinden habersiz haritalarını Smithsonian Enstitüsü’ne göndermektedir ve bir süre sonra Smithsonian Enstitüsü’nden haber gelir ve Spivetın macerası başlar.

 

T.S. Spivet’ın yolculuğu aslında macera türünün alt kategorilerinden biri olan yolculuk filmlerini incelememizi gerektiriyor fakat öncesinde macera türüne bir göz atalım.

Macera türünün genel özelliklerine baktığımızda macera filmleri ; soluk kesici olayların, durumların birbirini aralıksız izlediği, izleyicinin baştan sona dek bunlarla oyalanmasının önem kazandığı filmlerdir. Bir düşünceye veya görüşe dayanmaz bunlar arka plana itilir. Bunun yerine izleyicinin heyecanını taze tutmak hedeflenir ve bu uğurda her şey mubah görülür. Çeşitli yollara başvurularak izleyicinin heyecanı arttırılır ve bu heyecan bir mutlu sona bağlanır. Genellikle gerçekçi bir tutumu olmakla birlikte, serüven filmlerinde, bu sürekli heyecan verici olayları sıralama zorunluluğu yüzünden, çok kez de inanılması güç durumlara yer vermek gerekir. Filmde macera türünün genel özelliklerin çoğunu görürüz, türün kalıplarını taşır fakat dram yönü olması sebebiyle dram filmlerinin özelliklerine de bakmak gerekir.

Dram filmleri ciddi konuları ele alır, gerçek karakterlere, gerçek yerlere, gerçek yaşam koşullarına ve gerçek hikayelere sahiptirler. Dramın amacı da, ortaya olağanüstü bir durum koyup, kahramanı bu olağanüstü durumla karşı karşıya getirmek, bir güç savaşı anlatmak, sonunda kahramanın hangi noktaya, neden geldiğini açıklamaktır. Kahramanın, sonunda yenik düşmesi ya da üstün gelmesi önemli değildir.

Dram filmlerini konularına göre ayırdığımızda karşımıza bir çok alt başlık çıkıyor. Edebi dramalar da bu alt başlıklardan biri…

Edebi eserler, oyunlar ve romanlar günümüzde  dahi uyarlama filmler olarak karşımıza çıkıyor.  Sinemanın ilk yıllarına bir dönüş yaparsak Edwin S. Porter’ın Büyük Tren Soygunu (The Grait Train Robbery, 1903) filmi ABD’de ilk öykülü film olarak kabul edilmişti.

 

Teknolojinin de gelişmesiyle o dönemin yönetmenleri daha uzun filmler çekebilmek için edebi eserlerden ilham almışlardır. 1907 yılında Kanadalı yönetmen Sidney Olcott, Lew Wallece’nin Ben-Hur romanının uyarlamasını yapmıştır. 15 dakikalık film öyküden haberdar olmayanlar için takibi zor olsa da o dönemde yapımcı şirkete telif hakkı nedeniyle dava açılacak kadar popüler olmuştur. Sonuç olarak film gelecekte yapılacak edebiyat uyarlamalarına bir örnek teşkil etti.

Sonrasında Stuart Paton’un çektiği Denizler Altında 20000 Fersah (20000 Leagues Under the Sea, 1916) ve aynı yazarın Esrarlı Ada (The Mysterious Island, 1874) gibi romanları edebiyat uyarlamalarını yapma konusunda yönetmenleri cesaretlendirmiştir.

     Buyers_Gallery_Video_Cover_for_Ben-Hur_(1907_Film)
          (1907 Ben-Hur filmi Afişi)

Filmimize dönecek olursak T.S. Spivet de aslında yabancı olduğumuz bir karakter değil. 2009 yılında Reif Larsen tarafından yazılan “The Selected Works of T.S. Spivet” kitabının başarısı gözden kaçmamış olacak ki Jeunet tarafından filme uyarlanmıştır.

 

Şimdi dönelim T.S. Spivet’ın yolculuğuna… Yolculuk ve yol filmleri denildiğinde aklımıza ilk gelen filmlerden söz edecek olursak Peter Jackson’ın yönetmenliğini üstlendiği Yüzüklerin Efendisi serisine bakabiliriz. Yine bir roman uyarlaması olan film ana akım sinemasının 21. Yüzyıldaki doruklarından biri olarak kabul edilir. Fakat biraz daha geçmişe gidersek bağımsız sinemanın en önemli örneklerinden biri olan Easy Rider ile karşılaşabiliriz.  Hollywood sinemasının stüdyoya bağımlı projelerine karşı alternatif bir pozisyonda ortaya çıkan Easy Rider yapımcılara büyük bütçeler olmadan da sinema yapılabileceğini gösteren önemli bir filmdir. Stüdyo sisteminin yeni Hollywood’a açılan kapısında, genç yetenekler için bir umut ışığı olmuştur. Özellikle Cannes’da kazandığı ödülün ardından, film, görsel biçem arayışları ve kendine özgü dramatik yapısıyla dönemin eleştirmenleri ve sinema yazarlarının dikkatini çekmiştir. Karşı kültürü temsil eden hippilerin yaşam biçimi ve muhafazakâr toplumun arasındaki gerilimi deneysel bir sinema diliyle betimlerken sinema tarihinde yol filmleri türünün Amerika’daki en çarpıcı örneklerinden biri olarak haklı bir ün kazanmıştır.

site-banner-easy-rider1

                                                              Easy Rider (1969)

 

Türk sinemasında da yolculuk filmlerinin önemli bir yeri vardır. Bunlardan ilk akla geleni ise Yılmaz Güney ve Şerif Gören’in yönetmenliğini üstlendiği 1982 yapımı “Yol” filmidir. Yol; sıkıyönetim döneminde, İmrali Yarı Açık Cezaevinde yaşayan beş mahkûmun aldıkları özel izinle bir haftalığına dışarı çıkmasını konu ediniyor. Bu beş mahkûmunda ayrı bir macerası, gidecek uzunca bir yolu var… Tarık Akan ve Şerif Sezer’in başrolünü paylaştıkları film, yurt dışında çok fazla değer görmüş olmasına karşın 1999 yılına kadar ülkemizde yasaklı kalmıştır. Cezaevinde bulunduğu yıllarda senaryoyu kaleme alan Yılmaz Güney, filmi sekans sekans Şerif Gören’e anlatarak filmin oluşmasını sağlamıştır. 35. Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye ödülüne layık görülen film Türk Sinemasının Cannes ile tanışmasını sağlayan filmdir.

yol-filmloverss

Yol (1982)

 Fransız sinemasının önemli yönetmenlerinden biri olan Jean-Pierre Jeunet Amélie (Le Fabuleux Destin d’Amélie Poulain, 2001) ve Şarküteri (Delicatessen, 1991) gibi Fransız sinemasında çığır açan filmlerin de yönetmenidir.

Aslında sinema Lumiere Kardeşlerin sinematografiyi icat etmesiyle başlar.1895 yılında Paristeki bir trenin gara girişini çeken Lumiere Kardeşler sinema tarihinin ilk filmini de çekmiş olur. 1902 yılında George Melies’in Aya Seyahat (Le Voyage dans la lune) filmi de yine hem Fransız sineması için hem de dünya sineması için önemli bir yapımdır. Film, aynı zamanda birçok kişi tarafından sinema tarihinde yenilikçi animasyon ve özel efekt kullanan ilk film ve sinema tarihinin ilk bilim kurgu filmi olarak kabul edilmektedir. Ardından 1915 yılında Louis Feuillade Les Vampires serisiyle ilk dönem sinemasının baştan sona modern bir örneği olarak kabul edilmiştir. Yine bu filmde fantastik olaylar için gerçek mekanların kullanımı filmin gücünü arttırmıştır.

Ardından 1928 senesinde Jeanne d’Arc’ın Tutkusu filmi sinemanın sanatsal yönünü vurgulamış ve gerek çekim ölçekleri gerek yönetmen Carl Theodor Dreyer’ın Maria Falconetti’nin oyunculuk sınırlarını zorlaması sonucunda ortaya Avrupa ve Fransız sineması için mükemmel bir aykırılık doğurmuştur. Sessiz filmlerin sonuna gelirken Fransanın sesli filmlere geçişi diğer ülkelere göre daha uzun sürede gerçekleşti ve ülkedeki filmlerin çoğu dışardan geliyordu. Fransız yapımcılar yeni bir ulusal sinema üretmek zorundaydı.

the-passion-of-joan-of-arc_moc_press-still-2

   Jeanne d’Arc’ın Tutkusu (1928)

 Fransız şiirsel gerçekçiliği 1930-1940 ekonomik bunalım yıllarında yaşanan toplumsal ve siyasi kargaşa ortamının akımıdır. Ekonomik bunalım sonucu yaşanan çaresizlikler, umutsuzluklar, suç oranının artışı akımın temelini oluşturur. Alt sınıftan insanların bunalımlı öykülerinin anlatıldığı bu filmler daima mutsuz sonla bitiyordu. Mekanlar sisli rıhtımlar, yağmurlu sokaklar, loş ışıklı yoksul mekanlar, gri gökyüzü ve yağmurlu ya da sisli hava filme şiirsellik katıyordu. Senaryo ve diyaloglara da çok önem veriliyordu. Ünlü şair Jacques Prévert akımın en önemli senaryo yazarıdır. Bu akımın önemli yönetmenlerine örnek olarak ise Jean Vigo, Jean Renoir, Marcel Carné, Julien Duvivier, Marcel L’Herbier, Rene Clair, Jacques Feyder gibi isimler verilebilir.

 

 

 

André Bazin’in kurduğu Cahiers du cinéma dergisindeki eleştirmenler ve film severler sonraki dönemde filmi ve onun ne işe yaradığını sorgulmaya başladılar. Modern film teorisi bu tartışmalar sonucu doğdu. Cahiers dergisindeki eleştirmenlerden olan Jean-Luc Godard, François Truffaut, Claude Chabrol, Jacques Rivette ve Eric Rohmer kendileri film yönetmeye başladılar ve yeni dalga akımını yarattılar. Yeni Dalga Akımı ele alınmayan konuları işlemiştir. Akım, modern film hareketlerinin ilk örneği olarak görülmektedir. Yeni Dalga yönetmenleri star oyuncusuz ve teknik olanakları zorlamadan, işlenmeye cesaret edilmemiş konuları kullanmayı amaçlamıştır. Doğal oyunculuğu ve basit diyalogları tercih etmişlerdir. Geleneksel sinemada bir hata olarak görülen sıçramaları, titremeleri kullanmışlardır. Yine geleneksel sinemanın çok kullanmadığı zoom’u da bir anlatım aracı olarak sıklıkla kullanmışlardır. Bu akımın özelliklerini taşıyan en önemli filmlerden bazıları Godard’ın 1960 yılında çektiği Serseri Aşıklar, Rivette’nin yönettiği Paris Bizimdir (1958) ve Truffaut’un 1960 yılında çektiği 400 Darbe’dir.

 

cats

Serseri Aşıklar (1960) Sıçrama yapılıyor ve oyuncuların yerleri değişiyor.

Jeunet ilk iki kuklaya dayalı animasyon kısa filmlerini Marc Caro ile birlikte üretti. (L’evasion,1978 ve Le Manége,1980). Caro ile çalışmaya devam eden Jeunet bilim kurgu kısa filmi Le Bunket de La Derniére Rafale (1981) ile canlı aksiyona geçti. İkili, kostüm ve setler de dahil olmak üzere filmin tüm ayrıntılarını birlikte gerçekleştirdiler. Jeunet’in filmlerinin genel havasına bakıldığında da ayrıntılı planlar, doğa manzaraları, detaylı karakterler, şık kostümler ve renk ahenklerini görebiliriz. Ardından Jeunet ve Caro iki uzun metrajlı film üzerine birlikte çalıştı. 1991 yılında Şarküteri ve 1995 yılında Kayıp Çocuklar Şehri ortaya çıktı. Fransa’dan ABD’ye giderek burada ilk İngilizce olarak çekilmiş filmi Alien: Resurrection (1997) yönetti. Jeunnet serinin 4. Filmini ustalıkla yöneterek bu yöndeki iddiasını da ortaya koydu. Ardından 2001 yılında Amélie ortaya çıktı. Film küresel bir fenomen haline geldi ve 5 dalda Akademi Ödülüne aday gösterildi. O dönemde bir çok ödül kazanarak bilinirliğini arttırdı. Ayrıca eşsiz soundtrackleri ile film müziklerinin de ne kadar önemli olduğunu vurguladı. Ve son olarak 2013’de Kahraman Çocuk filmini çekti. Yönetmenin yine bilinir tarzındakini naifliği taşıyan film Jeunet’in İngilizce olarak çekilmiş 2. filmidir. Film macera ve dram türüne herhangi bir yenilik getiremese de bir çok kesimin beğenisini alarak kendisini ispatlamıştır.

Turgut Acar

 

Fritz Lang’ın Metropolis’inden Sinema Tarihine Ufak Bir Bakış

ds.jpg

Yönetmenliğini Fritz Lang ’in üstlendiği 1927 yapımı sessiz bilim-kurgu filmi olan “Metropolis”, bilim kurgu filmlerinin atası olarak kabul edilebilecek kült bir yapımdır. “Metropolis” kendi zamanının ötesinde bir filmdir. Bunun en büyük sebebi içerisinde kullanılan fütüristtik ögelerdir. Distopik bir evreni anlatan film kapitalist bir düzende işçiler ve işverenler arasında geçen sosyal krizi anlatmaktadır. Film Almanya’nın o döneme kadarki en pahalı filmi olarak bilinmektedir.

Metropolis 1925 yılında Fritz Lang’ın eşi Thea van Harbou tarafından yazılmış aynı isimli romandan uyarlanmış ve senaryosunu da yine eşi yazmıştır. İçeriği ile sadece dönemin toplumsal sorunlarını ele almakla kalmamış günümüz dünyasının sorunlarına da değinebilmiştir. Metropolis filmi Hitler tarafından çok beğenilmiş ve Fritz Lang Nazi yanlısı olmakla suçlanmıştır. Bunun üzerine yönetmen Dr. Mabuse’ın Vasiyeti (1932) filmini çekmiştir.

1920li yıllarda Almanya’da fakirlik, açlık, işsizlik ve eğitimsizlik gibi ekonomik ve sosyal sıkıntılar vardı. I. Dünya Savaşının yaraları henüz sarılmaya çalışılıyordu fakat buna rağmen Alman sinemacılığı gelişmeye devam ediyordu. Bu yıllarda Universum Film A.G. stüdyosunun sinemacıları kendi özgün tarzlarını oluşturdu. Alman Dışavurumculuğu… (1919 – 1933)

Bu akımın ilk filmleri Golem (1915) , Dr. Caligari’nin Muayenehanesi (1920), Nosferadu, Bir Dehşet Senfonisi (1922), Fantom (1922) ‘ dir.  Bu filmler gerçek-dışı ve çoğunlukla absürt dekorlarıyla, çarpıtılmış perspektifleriyle, ışığın ve gölgelerin abartılı kullanımıyla akıma uygun biçimsel özellikler taşıyordu.

Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesi ve birçok Alman sinemacının Hollywood’a göç etmesiyle Amerika dışavurumculukla tanışmış oldu.

Hollywood 1920’li yıllarda belgesel ve komedi türlerindeki üstünlüğünü koruyordu. Özellikle Robert Flaherty’nin 1921 yılında çektiği “Kuzeyli Nanouk” belgeseli olağanüstü ticari bir başarı yakalamıştı. Komedi türünde ise Buster Keaton ve Charlie Chaplin öne çıkıyordu. Fakat yerli üretimin canlanması gerekiyordu bu yüzden Amerika; Fransız, Alman ve İsveçli sinemacıları Hollywood’a davet etti. Böylelikle Alman yönetmenlerin özellikle dekor ve aydınlatma konusundaki görüşleri Amerikan sineması üzerinde olumlu etkiler bırakmayı başardı. Dışavurumcu filmlerdeki karamsarlık, ışık ve gölge kullanımı şüphesiz “Film Noir” ve dönemin korku sinemasını da etkilemiştir.

zavfdaxga

Dışavurumcu filmler dekor, ışığı ve gölgeleri abartılı bir şekilde kullanıyordu. Dış çekimlere yer verilmiyordu. Metropolis ’de de dışavurumculuğun bu etkileri görülmektedir. Filmde dev stüdyolarda dev dekorlar kullanıldığı gibi, minyatür dekorlar da kullanılmış ve bu dekorlar kamera hileleriyle büyükmüş gibi gösterilmiştir.

Sessiz sinemanın zirvesi olarak görünen dönemde çekilen filmde, görsellik ön planda tutulmuş ve şehir tasarımı detaylı bir şekilde çalışılmıştır. İnsan biçimli ilk robot bu filmde görülmüştür. Efsane seri Star Wars’daki C-3PO karakteri Metropolis filmindeki robottan esinlenerek oluşturulmuştur.

Sinemadaki ilk çılgın profesör tiplemesi de yine bu filmde görülür. Seneler sonra “Back to the Future” (1985) üçlemesinde Christopher Lloyd’un başarılı oyunculuğu ile tekrar karşımıza çıkar.

Yine filmde Maria haline bürünen robotun mekanik hareketlerden sıyrılıp tam bir insan gibi hareket etmesi ve insan formuna bürünmesi “Terminatör” (1984) filminin de çıkış noktası olarak gösterilebilir.

Filmdeki Maria karakteri bakireliği ve masumiyetiyle Hz. Meryem’e benzetilmiştir. İyilik ve barışı istemektedir ve işçiler ile patronlar arasındaki köprü şeklinde tasvir edilmiştir. Filmde Akıl ve beden arasındaki arabulucu kalptir” cümlesi dikkat çekiyor buradaki akıl patronlar, beden işçi ve arabulucu olan kalp ise Freder’dir. Ayrıca filmdeki Maria karakterinin yerini alan robot davranışlarıyla “Femme Fatale” tiplemesini çağırıştırmaktadır.

Metropolis’in makineleri sürekli çalışmak zorundadır şehir için önemlidir. Aksi takdirde şehri suların basacağını ve işleyişin duracağını biliriz. Charlie Chaplinin Modern Times (1936) filminde yine fordist üretim ile işçilerin zor şartlar altında çalıştığını görüyoruz bu yönüyle de film Chapline ilham kaynağı olmuştur.

Yine film, içerisindeki mimari yapıyla kendinden sonraki birçok bilimkurgu filmine de örnek teşkil etmiştir. Bunlardan en bilineni Ridley Scott’un 1982’de yönettiği Blade Runner filmidir. Filmde mimari yapının dışında çekim ve sahne benzerlikleri de Metropolis’e atıfta bulunur cinsten.

Filmde birçok sahne kendi dönemine göre  zekice düşünülmüş ve ortaya konmuştur. Bu yönüyle günümüzde dahi henüz hayatımıza girmiş olan bir çok yeniliği öngören zamanın ötesinde bir film denilebilir.

Film bazı mitolojik ögelere ve dinsel olaylara da atıfta bulunur. Örneğin filmin içerisinde de bulunan “Babil Kulesi” hikayesi… Bu hikâyeye göre insanlar Babil Kulesini tanrıya ulaşmak için yapar, kulenin içerisinde farklı dillerde konuşan insanlar vardır fakat bir süre sonra anlaşamazlar ve kargaşa ortamı oluşur. Sonunda Babil Kulesi yıkılır. Filmde Fredersen’ın yaşadığı kulenin Babil Kulesini andırması yine derin anlamları içinde barındırır.

4234

234234

Yukardaki sahnede makineye yürüyen insanları bir anda Moloch denen mitolojik varlığın ağzına doğru ilerlerken görüyoruz. Moloch, Fenikelilerden İbranilere hemen hemen bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika mitolojilerinde görünen bir tanrı ve Eski Ahit’te de sözü edilen bir figürdür. Fenikeliler çocuklarını Moloch’a kurban ederlerdi. Lang’ın paralel kurgu ile göstermek istediği modern çağın Moloch’u olan makineler ve bu makinelerin temsil ettiği modern iktidar olabilir.

Maria’nın robotunun yakıldığı sahnede de Hz. İsa’nın çarmıha gerilme hikayesine atıfta bulunuluyor olabilir. Şayet inanışa göre Hz. İsa’yı çarmıha gerdiğini sanan halk sonrasında ona benzeyen birini çarmıha gerdiklerini farkediyorlar.

Pleasantville Renkler, Kostümler ve Makyaj Sahnesi

916272pleasantville_1998_hdclub_mkv_11_24_331_000032

Pleasantville kasabası 1950 yılında geçen bir televizyon dizisidir ve bu kasabada kötülüğe yer yoktur. David ise bu dizinin ve içerisindeki insanların hayranı olan bir gençtir. Bir gün bir kumanda sayesinde kardeşini ve kendisini bu dizinin içerisine hapsedecek. Zamanla kasabadaki değişiklikler bu kasabayı renklendirmeye ve cesaretlendirmeye başlayacaktır.

 

Bu filmi seçmekteki amacım temelde renksiz bir evren olan Pleasantville kasabasının, zamanla aykırı davranışların şekline bağlı olarak davranışa karşılık gelen rengi oluşturmasıdır. Bunu da yönetmen renklerin sembolik ve psikolojik anlamlarıyla ortaya koyuyor. Ayrıca izleyiciye ütopik bir dünyayla bile özdeşleşme kurulabileceğini ispatlamış eğlenceli bir film olması da bu filmi seçmemi sağladı.

 

Filmin 2 zamanı vardır. Gerçek hayatta karakterler 90lardadır fakat Pleasantville dizisi 1950 kuşağını anlatan bir sitcomdur bu yüzden karakterlerin diziye girmeleriyle beraber kostümlerde de değişiklikler görülür.

Soldaki sahnede odanın içindekiler ve karakterler tamamen 90lara uygun bir şekildedir. Sağdaki sahnede ise artık karakterler o dönemin giyimine ve saç şekillerine sahip olur ve çevredeki eşyalar da tam olarak 1950 havasını yaratır. Aynı zamanda sahne değiştiği andan itibaren her şey siyah-beyaz verilir çünkü artık izleyiciye 1950 yıllarında olduğu geçirilmek istenir.

Çözümleyeceğim sahneyi seçmemde ki sebep ise görselliğinin etkileyici olması. Işığın kullanımı karakterlerin duygu değişimini açıkça anlatmakta ve renklerin bir arada kullanımı gerçekten kurgusal olarak emek isteyen bir iş. Ayrıca karakterlerin kostümleri bu sahnede tam olarak kişiliklerini ve rollerini yansıtmakta. Davidin giydiği beyaz gömlek saflığını ve masumiyetini simgeler. Ayrıca Betty’e bir şekilde yardım etmesi de doktorların beyaz önlük giymesiyle bağdaştırılabilir şayet sahnenin sonunda Betty iyileşmiş olur.

 

1

 

Bu sahnede ilk olarak David Betty’nin yanına gelir fakat her ikisinin de arkası dönüktür. Bu izleyiciye kötü bir şeylerin olduğu hissini verir. Betty’nin duruşu da yine kederli bir havanın olduğunu yansıtır.David tamamen gölge şeklindedir ne olduğunu anlamaya çalışır.

2

 

David Betty’nin yanına gider ve onun renkli olduğunu görürüz.Bu sahneden itibaren ışığın heryere eşit dağıtıldığı gözlemlenir. Kırmızı ruj şehvet ve aşkı simgeler fakat Betty evli bir kadındır ve duygularına yenik düştüğü için kendinden utanır. Bu açıda karakterin küpeleri görünmez bu da kadınlığından utandığı fikrine kapılmamızı sağlar.

3

David Betty’e makyaj yapmaya başlar. Bu sahnede Bettynin gözleri dolmuş ve endişelidir İzleyici aslında görüntüde Betty’i makyajlı görür fakat siyah beyaz malzemeler asıl makyajın ta kendisidir ki filmin önemli sahnelerinden biridir.

 

4

 

Muhafazakar ve tutucu Amerikan toplumunun eleştirisi üstü kapalı bir biçimde aktarılır. Filmin genel havasına uygun olarak Betty baskılar sebebiyle kendini gizlemek ister.

 

 

5

 

Makyaj bittiğinde ise karakter ne kadar asi olsa da kendini gizlemeyi başarmıştır. Fakat karakterin göz rengi hala renklidir. Artık karakterde toplumun eleştiri ve baskılarına maruz kalmayacağı düşüncesi doğmuştur.

6

 

 

Son sahnede ise David yardımcı olabildiğini düşündüğü için daha aydınlıktır. Ve Betty ise renksiz olmasına rağmen mutludur. Karakter bu dönemin Amerikan ev kadınlarına uygun kıyafetler giymiştir.

 

 

indir

Filme genel olarak baktığımızda baba karakterlerinin tamamı takım elbise giymekte gençlerin giyimleri de yine birbirine benzemektedir. Anne karakteri 1950 yıllarının kadınlarını temsil etmekte ve kadına yüklenen rollerin ne kadar ağır olduğu gözler önüne serilmektedir. Yine filmde kasabanın değişime ve yeniliğe karşı olduklarına ve renklileri ötekileştirdiklerine şahit oluruz.

Filmde hiç siyahi karakter kullanılmamıştır bu da yine dönemin ırkçılığına karşın bir iğnelemenin olduğunu anlamamızı sağlar. Filmde yakılan kitaplar 1950 yıllarında Amerikada gerçekten yasaklanmış olan kitaplardır. 200 üzeri görsel efekt kullanılan film yapılan makyajlarla da desteklenmiş ve renkli görüntülerin renksiz görüntülerle bir arada kullanılmasına yardım etmiştir.

“Geliş”i güzel film. Bünyeye güzel gelecek film : Arrival [Spoiler var mı yok mu çözemedim]

arrival-villeneuve1

Son zamanların en çok beklenen filmlerden biri olan Arrival geçen hafta vizyona girdi. Vizeler, ödev teslimleri derken ancak kendime zaman ayırabildiğim bu günlerde ilaç gibi gelen bir film diye tanımlayabilirim bu filmi. Tabi güzel film sizde gidin sinemada izleyin. Biraz da güzel işler kazansın parayı. Filmin konusu en kaba tabirle, baya kaba bir tabirle, kap kaba bir tabirle; uzaydan dünyamıza gelen uzay gemimsi aletlerin içindeki uzaylımsı arkadaşlarla temasa geçmeye çalışan bir dilbilimci ablanın öyküsü. Konu güzel işleyişte el emeği göz nuru belli ki. Film başlar başlamaz ana karakterin acıklı hikayesi ile bir sinan çetin havaları yaşanıyor. Ama bu hava hemen konuya girmekle dağıtılıyor. Film mi karanlıktı yoksa sinema perdesine yansıtmada bir hatamı vardı bilemedim ama bazı sahnelerde kasveti kusturmaya yaklaştırdı. Neyse ablamız uzaylı varlıklara ingilizceyi öğretmeye çalışıyor falan maksat anlaşabilsinler de kolay mı ? değil .. Neden değil.. Biz 8 yıldır ingilizceyi görüyoruz kaptık mı .. Ehh.. İşte bu varlıklarda ehh seviyesinde ingilizceyle anlaşamayacaklarının farkında ki ana karakterlerimize kendi dillerini öğretiyor. Hazır üstü örtülü türkiyenin eğitim sistemine gönderme yapmışken ulan koskoca haritada minicik ülkeyiz tamam da 12de 1 şansımız bile yok mu şu uzaylılar ülkemize insin. Yemin ederim 2 günde o araçlardan indiririz ahtapot kafalıları.  Bu ülke darbe gördü haa. Adam olsunlar. Neyse dağılmadan filme dönelim 1 saat 58 dakika olan filmin ilk yarısı noluyo la bu kadına felan diye geçiyor. Filmin belki girizgah bölümü biraz daha uzatılabilirdi hikaye başını ham bırakmalarını hikaye sonunda çözdük ama sonu da yine inception kıvamında olmasa da açık bırakıldı. Yani o kadar da değilde. Aaa niye böyle bitti ki dedirtti istemsizce. Olum ne anlatıyorum ben ya zaten kitaptan uyarlama film  güzel olcak tabi. Güzel olmasa kitap olarak kalırdı dimi. Son olarak Eternal sunhine of the spotless mind ‘ a Sil baştan şeklinde bir çeviri yapan arkadaşlar Arrivalın adına el atabilirdi. GELİŞ ne lan . Direk google translate kullanılmış resmen. Üzücü bir not filmin hasılatı bütçenin altında kalmış umarız ilerleyen zamanlarda aşar o kadar eleştirmen de boşa övgü dolu yorumlar yapmakla kalmamış olsun çünkü.

 

 

 

Trollükten de”UTANMAZLAR”

Merhabalar arkadaşlar bugün Diziboxta Shameless’ın sezon finali yayınlandı ve bende keyifle seyrettim. Bu sezonu genel olarak değerlendirince diğer sezonlara göre daha iyi işler elde edilmeye devam ediliyor gibi.. Adamlar da profesyonelleşiyor heralde olsun o kadar. Yalnız her zamanki gibi bölüm sonrası yorumları okurken üst sıralarda “Shameless’ın türk versiyonu UTANMAZLAR geliyor” diye abidik gubidik yorumlar okudum. Ben aslında böyle bir -asparagas- haberi henüz 6. sezon başlamadan duymuştum. Fakat o zaman yalnızca ekşi sözlükteki bir geyik olarak kalmıştı. Akıllının biri çıkmış sosyal medyada Utanmazlar adı altında bir hesap açmış. Hesabı ilk incelediğiniz de siz de farkedeceksiniz ki çok tırt bir dizi kapağı ve profil fotoğrafı var.Belli ki arkadaşın photoshop bilgisi baya zayıf.

CeaenLoWAAAEDyRCeYvRLbUMAAT3BP

Her ne kadar Alper Saldıranda bir Lip havası olsa da resmi web sitesinde “Çalışmalarım” adlı bölümde herhangi bir bilgiye rastlayamadık. Ama daha da ötesi dizinin haklarını aldığını iddia eden diğer hesapta… Lûgat Yapım denen “troll” hesaba biraz daha yakından baktığımız da -kaldı ki uzaktan baksan da anlarsın- Showtime‘ın çakması olduğunu görmemiz.

Anlayacağınız akıllının biri güzelce bir trollemiş bizi. (Yada trollediğini sanmış)

Kaldı ki mantık çerçevesinde düşündüğümüzde Shameless gibi bir dizinin uyarlanabilmesinin imkansızlığı gibi bir gerçek var. Alkolik bir baba, lezbiyen bir anne, fiona zaten “kaşar”, Ian desen eşcinsel , Deb küçük yaşta çocuk sahibi, Kev ile V’nin yansıtılması… Kısaca İM-KAN-SIZ. Rtük kabul etse biz nasıl kabul ederiz. Bunları çıkarsan bu insanlar neyden utanacak?

Bu insanlar neyden utanır bilinmez ama bizim bu halkımız trollemekten UTANMAZ..

Sağlıcakla kalın 😀

Bizi mi yiyonuz oyunları?

305510 Merhabalar arkadaşlar son bir kaç yıldır ne zamanki fantastik abidik gubidik lost tarzı hayatta kalmalı film izlediysem keyif alamadım. Nedeni nedir bilinmez ama bu Holywoodlu yapımcılar Açlık oyunları serisini baya sevdi. Yalan yok bizde sevdik başta, fakat bir yerden sonra tünelin ucu öyle bombok bir yere çıktı ki anlatamam.. Cidden anlatamam çünkü 3.filmin fragmanını izledikten sonra içimde heycana dair bir kıpırtı dahi olmadı. Bu da izlememem için büyük bir sebep oldu zaten. Her ne kadar kitabına sadece kütüphane de bir göz atmış olsamda -filmini bilince kitaptan zevk alamadığımdandır- çevreden aldığım klişe yorumlar şudur ; “1.kitap , 2. film efsane” yani bu dengesizliği bende anlamadım. Neyse konuya dönelim. Açlık oyunlarının ilk filmi 2012 de hemen ardından ikinci filmi 2013 de çıktı. Baktılar gişeler güzel hikayede akıyor 2014 de 3.film çıktı ki Allah belalarını versin 2014de sinemada aynı filmin farklı isimlerde halini izlemiş gibi olduk. Uyumsuz ve Labirent. Nisanda Uyumsuzu izledik aa ne güzel dedik . Eylülde Labirenti izledik Allah allah bu filmi gözüm bir yerden ısırıyor dedik. Ve kasımda Alaycı kuş bölüm bir gelince… Lan siz bizi mi yiyonuz olduk. Tamam bu filmler kitaplardan uyarlamalar ama kardeşim izleyici mal mı. Aynı konunun farklı versiyonlarını iki patlama çatlamayla yedirmeye çalışmak nedir. Jennifer Lawrance’a olan sempatiyi söylemiyorum bile. İyisin hoşsun ama torpili olan lise öğrencisi gibi heryerden çıkıyorsun. Neyse arkadaşlar diyeceğim şudur ki ; gideceğiniz filmleri iyi seçin yedirmeyin bu dangolozlara parayı. Kaldı ki şu saydığım filmlerin fragmanlarına bakın aynı çıkarımları elde edip bana hak vereceksiniz. Tabi vermeyedebilirsiniz. Hadi len ordan tırrek de diyebilirsiniz. Normal…Umarım önümüzdeki zamanlarda daha yaratıcı senaryolar ile beyaz perdede güzel işler görürüz. O zaman bizde burda övgü dolu yazılar yazarız.. Hoşçakalın. 😀

 

Bonus ;

 

 

Bunlar hep tesadüf arkadaşlar..

 

Merhabalar

Merhabalar. Bu yazıyı kime veya kimlere yazdığım hakkında hiçbir fikrim yok. Bu benim ilk yazma deneyimim olmasa da ilk blog deneyimim diyebiliriz. Henüz siteyi nasıl kullanacağım hakkında bile bir fikrim olmasa da elimden geldiğince bir şeyler paylaşmaya özen göstereceğim. İzlediğim filmleri , dinlediğim müzikleri , oynadığım oyunları kısaca hoşuma giden gitmeyen ne varsa burada hem bir günlük edasıyla hem de bir blog şeklinde burada paylaşmaya niyetliyim. Aklıma pek bir şey gelmiyor bu konuda o yüzden kısa kesmeyi tercih ediyorum ve ilk yazımı paylaşıyorum.